Venedik üzerinden otobüsle Floransa’ya üç saatlik bir yolculukla vardık. Florensa’nın villa Costanza bölgesine otobüsle ulaştıktan sonra tramvayla şehrin merkezine ulaştık. Şehir merkezi oldukça düzenli ve hoş bir atmosfere sahipti. Şehrin atmosferi, ilk dakikadan beni kendine çekmişti. Birkaç sokağın fotoğrafını çektikten sonra otelimize dinlenmeye gittik. Otelimizi şehir merkezinde tutmamız bizim için büyük bir avantajdı, bu sayede her yere yürüyerek gidebildik.
Şehre geldiğimiz saatte birçok müze ve kilise kapanmak üzere olduğu için ilk gün kültür gezimize başlayamadık. Bir şeyler atıştırıp otelde dinlendik. Müzeler kapanmış olsa da şehirde hayat devam ediyordu. Bu yüzden biraz dinlendikten sonra otelden ayrılarak Floransa sokaklarında rastgele yürümeye ve şehri tanımaya başladım.

Piazza della Repubblica meydanına vardığımda, ışıklı nostaljik bir atlı karınca gördüm. Gençler meydandaki merdivenlerde oturup müzik dinleyerek sohbet ediyorlardı. Meydanın keyfini çıkardıktan sonra Il Pizzaiuolo adında otantik bir İtalyan restoranına gittim. Küçük çocuklar masalarda sessizce resim yaparken ebeveynler şaraplarını içiyordu. Genel olarak neşeli ve sıcak bir atmosfer hâkimdi. Caprese adında çeri domatesli ve mozzarellalı bir pizza siparişi verdim.
Pizzanın genel olarak lezzetli olması dışında, şubat ayında bu kadar taze domatesle karşılaşmayı beklemiyordum. Restorandan ayrıldıktan sonra otele dönmek için harika bir yöntem keşfettim. Floransa’nın her yerinde kiralık scooter uygulamalarına benzer şekilde kiralık bisikletler vardı. 20 dakikası 1.25 euro gibi bir ücret karşılığında bir bisiklet kiraladım ve şehri tekrar dolaşmaya başladım. Uzun zamandır bisiklet sürmediğimi ve ne kadar özlediğimi fark ettim. İstanbul’da böyle bir imkanımız olmaması ve şehrin bisiklet dostu olmaması gerçekten üzücü.

Rönesans’ın Doğduğu Şehir Floransa:
İlk gün sokaklarda uzun yürüyüşler yapıp bazı yemekleri denedikten sonra, ikinci gün artık Floransa’nın sanatsal tarafını keşfetme vakti gelmişti. İlk olarak, Floransa’nın merkezinde bulunan devasa Floransa Katedralini ziyaret ettim. Dış kısmına bakmaya doyamadım dersem abartmış olmam. Yaklaşık 45 dakika kadar sırada bekledikten sonra içeriye girdik.
İçeride birçok resim ve sanat eseri olmasına rağmen, ilk izlenim olarak dışarıya kıyasla daha sade bir görünüm sergiliyordu. Katedralden çıktıktan sonra Uffizi Galeri’ye doğru yola çıktım. Galeriye gelmeden önce Signoria Meydanı’ndan geçtim ve meydanın birçok heykelle dolu olduğunu gördüm. Floransa’ya neden sanat şehri dediklerini, şehri gezerken çok daha iyi anlıyorsunuz.

Şubat ayı olması sebebiyle çok kalabalık değildi. Yaz sezonuna göre daha ucuz bir fiyata bilet aldıktan sonra çok beklemeden Uffizi Galerisi’ne girdim. Bu kadar detaylı bir sanat sergisini ilk kez gezmek, beni çok etkiledi. Ninja Kaplumbağalar ile tanıdığım efsanevi ressamların tablolarını canlı olarak görmek çok keyifliydi. Uffizi Galerisi’nin en büyük sorunlarından biri, labirent gibi olması ve bazen bir odayı kaçırdım mı diye düşünmenize sebep olması.
Her yer sanat eserleriyle doluydu, hatta tavanlarda bile birçok eser vardı. Bu kadar yoğun bir galeriyi gezmek bir süre sonra insanı yorulabiliyor. Galerinin en büyük yıldızı Botticelli’nin çizdiği Venüs’ün Doğuşu tablosu, Venüs’ün güzelliğini ve aşkın doğuşunu simgeler. Yaklaşık iki saat boyunca galeriyi gezdim. Resimlerin hikayelerini okurken zamanın nasıl geçtiğini anlamadım.

Pitti Sarayı ve Boboli Bahçeleri
Son olarak teras katındaki kafeden bir espresso alıp manzarayı izledikten sonra Pitti Sarayı’na doğru yola çıktım. Oldukça ihtişamlı bir saray olan Pitti, Floransalı bir banker tarafından inşa edilmeye başlanmış. Saray zamanla o kadar değerli hale gelmiş ki Napolyon bile burada kalmış; hatta içeride “Napolyon’un Banyosu” olarak bilinen bir oda sergileniyor. Sarayın arkasında Boboli Bahçeleri var. Burası kocaman bir bahçe ve içerisinde Roma döneminden kalma kalıntılar bulunuyor. Ağaçların arasında yürüyüş yapıp temiz hava almak çok iyi geldi; özellikle Uffizi ve Pitti Sarayı’ndan sonra yorulan zihnimi dinlendirmek için harika bir çözümdü.

Akşam Yemeği:
Kültürel gezimi sonlandırırken sanata doyduğumu, fakat fazlasıyla acıktığımı fark ettim. Arkadaşlarımla yemek yemek için buluştuk. Açık olan bir restoran bulduktan sonra domatesli spagetti, trüf mantarlı makarna, dört peynirli pizza ve carpaccio gibi farklı yemekler söyledik ve hepsinin tadına bakmış olduk. Floransa, sanat ve estetik konusunda insanları ne kadar büyülüyorsa, yemek konusunda da aynı derecede etkileyicidir. Yediğim yemeklerin hepsi istisnasız çok lezzetliydi. Yemek konusunda Bologna’nın çok daha iyi olduğunu söyleyen arkadaşlarım oldu,
fakat detaylı bir yemek deneyimim olmadığı için bu konuda karşılaştırma yapamayacağım. Yemekleri yerken keyfimiz yerindeydi, fakat iki buçuk euro coperto ödeyince (oturma parası) biraz moralimiz bozuldu. İtalya’da restoranlarda yemek yediğinizde Coperto adı verilen bu ücreti öğrenmek bizim için yeni bir deneyim oldu. Floransa gezimizi tamamladıktan sonra Signoria Meydanı’ndan maden suyu ve içme suyu çeşmelerden şişelerimize doldurduk. Son kez şehri turlayarak otobüs terminaline doğru yola çıktık. Bir sonraki durağımız Roma’ydı.
