İtalya’ya gitmeye karar verdiğimiz zaman, İtalya’nın ikonik yapılarından birisi olan Pisa Kulesi’ni de görmesek olmazdı. Böyle söylediğime bakmayın, Pisa’ya gidene kadar Pisa Kulesi’nin ne amaçla inşa edildiğini bilmiyordum. Floransa’da geçireceğimiz üç günün birini Pisa’ya ayırdık, zaten otobüs ile bir buçuk saat sürüyordu.
Rahat bir yolculuğun ardında Pisa’ya vardık. O ana kadar İtalya’da gezdiğimiz Milano, Venedik ve Floransa şehirlerinden biraz farklı bir havaya sahipti. Daha çok Floransa’ya bağlı uzak bir ilçe görünümü vardı, adeta bir köy. Otobüs garından Pisa’ya doğru yürürken yerel bir markete denk geldik. Bütçemizi yiyeceğe harcamak istemediğimiz için hemen marketten bir şeyler alıp ekmek arası ile öğünü geçirdik. Ardından Pisa Kulesi’nin olduğu bölgeye yürümeye devam ettik. Sura benzeyen bir yapıyla çevrili alandan içeri girdiğimizde surun dışına göre bambaşka bir dünyaya gelmiştik.
Surun dışı bir kasabayı andırırken, kulenin olduğu bölge küçük bir şehir gibiydi. Renkler bile değişmişti, yerler yemyeşil çimlerle kaplıydı. Çimlere oturup sohbet ettiğimiz esnada amaçsız bir kule sandığım Pisa Kulesi’nin aslında bir çan kulesi olduğunu fark ettim. İnsanlar belki de bunun bilincindeydi ama ben bunu fark ettiğim an büyük bir aydınlanma yaşadım. Çünkü sürekli insanların elleriyle tutuyormuşcasına poz verdiği, eğik olmasıyla ünlenmiş bir yapıydı. Hiç çan kulesi olabileceğini düşünmemiştim. Kulenin hemen arkasında Pisa Katedral’i, onun da yanında bir vaftizhane vardı. Bir çeşit şadırvanı andırıyor, tabii ki şadırvandan daha büyük bir yapı.
Koşturmaca
Çimlerde geçirdiğimiz kısa vaktin ardından gezmeye başladık. Aslında Pisa’ya gidiş amacımız kuleyi görmekti. Kulenin etrafında tarihi yapılar olduğunu oraya gidince öğrendik. Saat beşe yaklaşıyordu, müzeleri ve katedrali gezmek için bir saatten az süremiz kalmıştı. Bunu fark edince koşmaya başladık, bilet alacağımız yeri bulamıyorduk. Bilet ofisini güç bela bulduktan sonra 10 Euro’ya kuleye çıkış hariç müzelerin ve katedralin dahil olduğu bir bilet satın aldık. Bilet gişesindeki hanımefendi Türk olduğumuzu anlayınca bizimle birkaç Türkçe kelimeyle sohbet etmeye çalıştı. Küçük bir detaydı fakat yurt dışındayken misafirperver bir tutumla karşılanmak insanın kalbini ısındırıyor. Ardından kulenin olduğu bölgeyi çevreleyen sura doğru koşmaya başladık. Biz aldığımız bilet sura çıkışı da kapsıyor zannetmiştik. Fakat sura girmeye çalıştığımızda biletimizin sur için geçersiz olduğunu öğrenince biraz üzüldüm açıkçası. Ama üzülmekle zaman kaybedemezdik, tekrar koşmaya başladık. Önce vaftizhaneye girdik ve üst kata çıktık. Vaftizhanenin tam ortasında küvete benzeyen bir yapı vardı, detayına hakim değilim ama sanırım kutsama orada yapılıyor.

İtalya’da Sinop’a Rastlamak
Vaftizhanenin ardından Camposanto’ya girdik. Camposanto inşa edildiği dönemde Pisa’daki üst kesimin mezarlığı haline gelmiş. Ayrıca Camposanto’nun içinde bir çok fresk bulunuyor. Fresklerin büyük bir kısmı İkinci Dünya Savaşı’nda tahrip olmuş. Camposanto da aynı şekilde, zaten büyük bir çoğunluğu restorasyondaydı. Diğer müzeleri de gezebilmek için freskleri uzun uzun incelemeye fırsatım olmadı. Fakat çizimler olağan üstüydü, koskoca duvarlara bu kadar büyük çaplı resimlerin yapılması hakikaten hayret vericiydi. Composanto’nun bahçesini de biraz inceledikten sonra Sinopie Müzesine gittik. Enteresan olan şey ise sinopie ismi dikkatimi çekmişti çünkü İtalya’da memleketim Sinop’u anımsamayı beklemiyordum. Bir bağlantısı olabilir mi diye kendi kendime düşünürken sinopie isminin Sinop’tan geldiğini öğrendim.
Sinopie fresklerin alt moddellemesinde taslak olarak kullanılan çizimlermiş. Taslak oldukları için çok net şeyler göremiyorsunuz ama kızıl bir renk sizi kendine doğru çekiyor. Sinopie ismi de tam olarak buradan geliyormuş. Bu dikkat çekici kızıl renk Sinop’taki demir oksitin fazla olduğu killi topraktan geliyormuş. Memleketimi hatırlatan bu bilginin heyecanıyla sinopieleri incelemeye başladım. Çizim tarzları ve renkler mağara çizimlerine benziyordu. Savaşlar, ayinler, soylular ve köylüler… Orta çağ Avrupa’sının karanlık yönlerini yansıtıyordu sanki.

Kaftan, El Aynası ve Bardaklar
Bu düşüncelerle Sinopie Müzesinden çıktık ve gezeceğimiz son yere yani Opera Müzesine girdik. İçeriye girdiğimiz anda aşina olmadığımız bir müzik karşıladı. Bir yandan kilise ayinlerine benziyor bir yandan da tiyatro hissi veriyordu. Adı üstünde Opera Müzesi. Ama müze yalnızca bundan ibaret değildi. Geçmişte yaşamış insanların kişisel eşyalarının, heykellerin sergilendiği bir müzeydi. Birkaç hayvanın birleşiminden oluşan Pisa Griffin’de oradaydı ama benim asıl dikkatimi çekenler kaftan, kuşak, el aynası, tabaklar ve bardaklardı. El yapması kaftanlar, altından ve gümüşten yapılmış işlemeli bardaklar çok ihtişamlı görünüyordu. Biz ise birazdan porselen bardakta kahve içecektik. Tüm bu şatafatı ardımızda bırakıp üst katta gördüğümüz kafeye gitmeye karar verdik. Eğik görüntüsüyle her yıl milyonlarca turisti etrafında toplayan bu kulenin manzarasında biraz oturmaya karar verdik. Zaten artık müzeler kapanmıştı.

Sessiz Eylem
Kahveye değil, Pisa Kulesi’nin manzarasına para ödediğim birkaç yudumluk kötü espressonun ardından sona yaklaşıyorduk. Aklımda kalan anılardan birisi şu: Surun dışında gezinirken aralarında yaşlıların da bulunduğu 10 kişilik bir grup sessiz eylem yapıyordu. Boyunlarında ise “Soykırımı durdurun!” yazılı pankartlar asılıydı. Filistinle ne kültürel ne de dini bağları olmayan bu insanların duyarlılıkları, İtalya’ya ve insanına olan sevgimi biraz daha artırmıştı.

Pisa’ya Veda
Ve artık Floransa’ya dönüş vakti yaklaşmıştı. Pisa gezilecek yerlerin çoğunun tek bir alanda toplandığı yerdi, küçüktü, adeta bir kasabaydı. Ama benim için ayrı bir yeri var. Yıllarca gördüğüm ve duyduğum Pisa Kulesi’nin yapılış nedenini oraya gidince öğrenebildim. Müzelere yetişmek için yaptığımız koşturmalar, Pisa Kulesi’nin fotoğraflarda görünenden çok daha eğik olması, yurt dışında bana memleketimi hatırlatan Sinopie Müzesi ve sessiz eylem… Her şeyiyle çok güzeldi.
