“Farklı şehirleri gezmek, farklı kültürler tanımak, bambaşka insanların hikayelerini dinlemek, o hikayelerin bir parçası olmak; bunların hepsi çok özel. Şu güne kadar keşfetme şansı bulduğum Avrupa şehirleri bunun büyük bir parçası ama bu sefer farklı olacak.” Sabahında Granada için yola çıkmak üzere Barselona Havaalanı’nda uyumaya çalışırken aklımdan bunlar geçiyordu.
Avrupada birkaç farklı şehir görme şansım olmuştu. Her bir şehirde bambaşka deneyimler elde etmiştim fakat Endülüs topraklarına adım atacak olmanın verdiği heyecan daha başkaydı. Kendimi tamamen ait hissettiğim, biz dediğim, Müslümanların inşa ettiği bir şehir. Diğer Avrupa şehirlerinde hissedemeyeceğim kadar kendimi ait hissedebileceğim topraklar…
Sabah erkenden olan uçağımızın saatini beklerken, yaşayacağım hayal kırıklıklarını bilmeden, havalimanındaki kısa uyuklamalarımda bunları düşünüyordum. Sırt çantamın üst bölmesine pasaportumu ve kalan son paramı yerleştirdim, kafamı da üzerine koyup bu düşüncelerle derin bir uykuya daldım. Ben uyurken yol arkadaşım ve güzel dostum Hale benim kadar rahat edememiş olacak ki uyandığım zaman oldukça uykusuz ve yorgundu. Uçakta biraz daha kestirmeyi umarken ön sıramızda oturan, kim bilir kaçıncı baharlarındaki üç yaşlı çift -ki oldukça eğlenceli bir baharlarındalardı- kahkahalarıyla uyumamıza asla müsade etmediler.
Gürültülü bir uçuş sonrası alçalırken gördüğüm köyler, mahalleler bana hiç yabancı gelmemiş; memleketimdekiler gibi gözükmüştü. Büyük Avrupa şehirlerinden sonra bu görüntü çok iyi hissettirmişti. Birkaç gün önce başlayan İspanya maceramız bize kimsenin yol tarif edebilecek kadar İngilizce bilmediğini öğretmişti. Bu yüzden uçaktan inince benim harita bilgim ve Hale’nin ulaşım araçları bilgisi ile bizi şehre götürebilecek lokal otobüsü bulduk.
Tatlı Bir Romantik Komedi Sahnesi
Otobüsle kısa bir yolculuğa çıktık ve şehir merkezine ulaştık. Yol boyu gördüğüm kadarıyla şehrin merkezden uzak kısımları bizim küçük şehirlerimizden oldukça farksızdı fakat şehir merkezine gelince işler değişti. Şehir merkezi bana yurtta geceleri kızlarla izlediğimiz romantik komedilerdeki küçük kasabaları hatırlattı.
Minik bir merkez, tarihi taş binalardan oluşan bir çarşı, yerel pazarlar; bunların hepsi sanki o büyülü filmlerden fırlamış gibiydi. Otobüsten iner inmez otelimize doğru yola koyulduk. Kalacağımız yer şehir merkezinde, genellikle gezginlerin nispeten uzun süre konakladığı bir hosteldi fakat biz ne yazık ki burada sadece bir gece geçirebilecektik.
Check-in saatimiz henüz gelmediği için çantalarımızı lobide bir köşeye bıraktık havalimanındaki uzun gecemizin izlerinden kurtulmak için kıyafetlerimizi değiştirdik ve Granada’nın büyülü sokaklarına adım attık. Otelden çıkar çıkmaz bir mahalle kilisesi gördük ve içeriye girdik. Diğer avrupa şehirlerindeki kiliselerin aksine burada kalabalık bir cemaat bizi karşıladı.
Ara sokakta görkemli bir kilise ve dua eden kalabalık bir cemaat bize bu şehrin dindar bir halktan oluştuğunu anlatmaya yetmişti. Şehir merkezine adım attığımızda önünde şık giyimli insanların olduğu bir kilise gördük ve hemen içeriye girdik. Şansımız o ki tam da o esnada bir düğün töreni gerçekleşiyormuş. Hep bir ağızdan söylenen şarkılar, ilahiler, düğün seremonisi derken bu şehirde bahsettiğim büyülü filmlerden bir parça daha bulmuş oldum.

Cennetten Bir Bahçe
Buraya gelirken en büyük hayalimiz El Hamra Sarayı’nı ziyaret etmekti. Şehrin tepesinde yer alan saraya ulaşmak için yürümeyi düşündük fakat şehirde geçirebileceğimiz vakit zaten oldukça kısıtlı olduğundan vazgeçtik. Ulaşım için bir yol ararken Türkiye’dekilere çok benzer şekilde minibüslerin kalktığını ve onlarla çok ucuz ve rahat bir şekilde saraya ulaşabileceğimizi fark ettik. Minibüsle şehrin tepesine doğru tırmanırken kendimizi Türkiye’de güzel bir Akdeniz kasabasında gibi hissettik. Sanki şehrin bir Akdeniz şehrinden tek farkı denizle bir bağlantısının olmamasıydı.
Yaklaşık 10-15 dakikalık bir yolculuk sonunda saraya vardık. Sarayın girişinde günün biletlerinin tükenmiş olduğunu duysak da biletlerimizi çok önceden online olarak aldığımız için girişte bir sorun yaşamadık, hızlıca turnikelerden geçerek saraya ulaştık. Sanki turnikelerden geçtikten sonra dünyadan uzaklaşıp bambaşka büyülü bir diyara adım atmıştık. Kocaman bir alan üzerine yayılmış sarayın her yerinde muhteşem ağaçlar ve çiçekler bizi karşıladı.
Hayatım boyunca gördüğüm en güzel bahçeler bu sarayın bahçeleri olmuştu. Gösterişten uzak, sakin ama büyüleyici bahçelerin içerisinden geçerek sarayın ana bölümüne ulaştık. Açıkçası buraya gelmeden önce bu kadar büyük olduğunu bilmiyordum. Hep fotoğraflarda gördüğüm etrafı çiçeklerle kaplı havuzu olan bir avlu ve etrafındaki bir iki bahçeden ibaret sanıyordum. Fakat sanki biz yürüdükçe saray daha da genişledi ve dünyada ufak bir cennet provası yaşattı. Sizlere saray hakkında ne anlatasam çok da bir manası olmayacağını düşünüyorum.
Şu kadar oda şu kadar bina şu kadar bahçe vs. bunların hepsi ufak ayrıntılardan ibaret. Asıl konuşmaya değer olan o turnikeden geçer geçmez bambaşka bir dünya hatta belki de cennet bahçelerinde hissettiğimiz gerçeğiydi. Her adımımda daha büyük bir hayranlıkla Müslümanların dünyaya böylesi mükemmel bir miras bırakmasının verdiği gururla gülümsüyordum. Diğer yandan da turistlerin de hayran bakışlarla dolandıklarını görünce gururlanmakta ne kadar haklı olduğumu tekrar tekrar anladım.

Suya Düşen Hayaller
Bizim Granada’da geçirebileceğimiz yalnızca bir günümüz vardı. Bu sebeple sarayı doya doya gezmeye, diğer mekanlara da bir sonraki seyahatlerimizde ziyaret sözü vererek veda etmeye karar verdik. Sarayı gezdikten sonra şehir meydanına tekrardan indik ve meydanda yürümeye başladık. Hani en başta kendimi ait hissettiğim topraklar demiştim ya, maalesef ki saray gezisi ve şehir içindeki yürüyüşlerimiz benim bu hayallerimi suya düşürmeye yetti.
Bu güne kadar Avrupa’nın diğer şehirlerinde karşılandığım hoşgörünün aksine burada ilk defa tesettürlü bir genç kız olarak yerel halkın iğneleyici bakışlarını üzerimde hissettim. Zaten oldukça az olan şehrin nüfusunun yaşlı, dindar kesimden oluşması bunun sebepleri arasında gösterilebilirdi tabii.
Otobüse bindiğimde hiç çekinmeden aşağılayıcı bir şekilde bakan teyzeler, sarayı gezerken nefretlerini gözlerinden okuduğum muhtemelen İngiliz çift ve daha niceleri sizi asla unutmayacağım. Her neyse konumuza dönecek olursak, şehrin çarşılarında yürüdük, bir parkın ortasında yine romantik komedilerde görebileceğimiz bir açık hava sahnesi görüp kendi kendimize eğlendik, şehrin tadını çıkardık.
Akşam yemeği için düzgün bir mekan aradık fakat İspanya’nın tamamında olduğu gibi burada da mekanların açılış kapanış saatlerini bizim alışkanlıklarımıza göre çok geçti ve kendimize uygun bir mekan bulamadık. Bunun üzerine marketten kendimize peynir, ekmek bir kasa kadar çilek ve tüm seyahatimiz boyunca paketlerce yediğimiz muhteşem kurabiyelerden alıp otelimize geçtik. Otel odamızdaki minik balkona odadaki masayı sıkıştırdık ve sohbet eşliğinde bizim için muhteşem olan soframızda karnımızı doyurduk.

Gece Yürüyüşü
Sarayda ve şehir merkezinde o kadar yorulmuştuk ki Hale odada dinlenmek istedi. Fakat ben zaten bu şehirde çok az kalacağımız için biraz daha dolaşmak istedim ve dışarıya çıktım. Telefonumda internet yoktu, yol boyu Hale’nin telefonu sayesinde internet kullanmıştım, hattım da yoktu, bu yüzden Granada sokaklarında gece internetsiz haritasız bir yolculuğa çıktım.
Granada gibi küçük bir şehir saatin geç olmasına rağmen oldukça kalabalıktı, sebebini ise az sonra öğrenecektim. Sokaklarda yürümeye başladım ve sabah düğün seremonisine katıldığımız kilisenin önüne geldiğimde büyük bir kalabalıkla karşılaştım. Kalabalığı takip edip neler olduğunu kontrol ettiğimde ise onlarca insanın büyük bir konvoy oluşturduğunu gördüm.
Bir düzine genç önde ve ellerinde kocaman haçlar, tütsüler ile yürürken arkada bir kürsü üzerine çıkarılmış İsa ve Meryem heykellerini taşıyan gençler vardı. Her bir heykeli neredeyse on kişi zorlukla taşıyordu. Heykellerin başında konvoyu yöneten kişinin elindeki şeye vurarak çıkardığı ritimle yürüyor, o ritimle dinlenmek için heykeli indiriyor yine o ritimle tekrar yürümeye başlıyorlardı. Ritmin sesi ve hepsi siyah takım elbiseli gençlerin aynı anda zıplayarak omuzlarındaki heykeli hava kaldırışları hala aklımda.
Bu muhteşem gösterişli olayın neden yapıldığını ne manaya geldiğini anlamak için çevremdeki insanlarla konuşmaya çalıştım. Birkaç takım elbiseli görevli ve halktan bir iki kişiye sordum fakat kimsenin İngilizceyi yeteri kadar bilmemesi merakımı karşılıksız bırakmıştı. Bu ritüeli tam olarak anlamam ise Kurtuba’ya kalmıştı. Sadece herkesten ufak ufak aldığım bilgiler ışığında kilisedeki İsa ve Meryem heykellerini ufak bir gezintiye çıkarıp geri getirdiklerini anlayabildim. Bu ayin sonunda Granada’yı tam olarak hissetmiş ve Kurtuba’ya doğru yola çıkmaya hazırlanmıştım.

Ait Olmak
Kiliseden otele doğru yürürken bu şehrin bana öğrettiği şeyleri düşündüğümü hatırlayabiliyorum. İnancımdan dolayı dışlandığım ve bu yüzden de asla ait hissedemeyeceğimi düşündüğüm bu şehir başta beni üzmüştü. Fakat karşılaştığım birkaç Müslüman esnaf ve bizim gibi seyahat eden Türk ablanın beni görür görmez kocaman gülümseyerek Selamünaleyküm demesi bunu değiştirdi.
Aslında dünyanın her yerinde kardeşlerimin olduğunu ve onların olduğu her yerde de tamamen ait hissedebileceğimi tekrardan hatırlamış bulundum. Tüm bu duygu ve düşüncelerin verdiği ağırlıkla yavaşça otele doğru yürüdüm. Her yere ait olduğumu hatırlamanın verdiği özgüvenle, gurur dolu bir Kurtuba seyahati için uyku vakti gelmişti.
Buraya tıklayarak Kudüs Anı Yazımızı okuyabilirsiniz.
