Update cookies preferences

Bir İzin Peşinde: Heidelberg

Heidelberg Tepeden Bakış

Heidelberg’e küçükken gittiğimde aklımda kalan hikaye bir ayak izinden başka bir şey değildi, şimdi ise şehrin her zerresine işleyen mutluluklarım var. 

Schloss Heidelberg’in kendisinde taşıdığı hikayenin yanında -onu birazdan anlatacağım- benim ayak izim ve hikayemden bahsetmek istiyorum biraz. Diğer şehirler de güzeldi, neden ilk başta Heidelberg? Küçükken Almanya’ya ilk gelişimde Heidelberg şehrine de gelmiş, sokaklarını küçük adımlarımla anne babamın yanında turlamışım. Sokaklara, insanlarına, antikacılara, şehrin havasına dair pek anım yok. Aklımda yalnızca bir ayak izi ve benim o ayak izine ayağımı yerleştirip izlediğim kale duvarları var. Ondan on iki yıl sonra, küçük Merve’nin hissedemediği ve yarım bıraktığı anıları tamamlamak ve yolun geri kalanını yürümek için yine oraya gitmesi… İşte bu yüzden.  

Doğruyu baştan söylemek gerekirse, gittiğim tüm şehirleri çantamda termos dolusu kahve, su şişesi ve küçük bir kap yoğurtla dolandım. Bir şehri, ülkeyi gezmek istiyorsan uyumayacaksın der kabaca İlber Ortaylı, ben de öyle yaptım çoğu zaman, sabah daha sokak ışıkları yeni sönerken ben çantamda olmazsa olmazlarımla treni bekliyor olurdum. 

Heidelberg’e vardığımda ormanın içine saklanmış bir nehrin kenarında usulca bekleyen şehri gördüm, şehrin merkezine doğru yürürken akan nehir farklı akıyor, kuşlar farklı uçuyordu sanki. Neden bu sakinlikten o kadar uzaktayım diye düşündüğümü hatırlıyorum. 

Eğer olur da bir gün giderseniz, henüz turistlerin dolmadığı bu saatlerde, nehrin kenarında yürürken biraz ara verip sessizliğin tadını çıkarmak için taşlara oturup şehri dinlemenizi tavsiye ederim. Ben fotoğraf çekmeyi seven birisiyim, her manzarayı kaydetmek isterim kaybolmasın diye ancak bazı şeylerin fotoğrafa sığacağını düşünmüyorum, gözlerinizi kapattığınızda hissedeceğiniz mutluluk ve sakinlik bazen fotoğraflarda çıkmıyor.

Heidelberg Kuş Bakışı

Philosophenweg – Hakikat Bakanın Gözlerindedir

Gezdiğim şehirlerde aklında düşünceleriyle gezgin bir filozof gibi hissettiğim olmuştu. Ama Heidelberg’te yer alan Philosophenweg (Filozof Yolu) kendimle savaşımı, dar duvarları, sıkışmışlığımı, çabalarımı ve en sonunda göreceğim manzarayı özetleyen bir yoldu, yani diğerleri gibi değildi. Ağaçlarla kaplı, gökyüzünün gözükmediği dar yolların ardında bütün şehri önüme seren durakları vardı. 

Şehrin rengine karışmadan resmin geneline bakmak ve yürüyüp düşünmek size göreyse, kalabalığın içine dalmadan önce Filozofun Yolu’nda – yaklaşık iki buçuk km- biraz vakit geçirmek şehrin atmosferine kapılmanın en güzel yolu diyebilirim. 

Filozof Yolu

Heidelberg Üniversitesi

Doğayla geçirilen saatlerin ardından biraz da kalabalığın müziğine kapılmaya ve renkli dükkanların, mağazaların, kafelerin arasında kendimi kaybetmeye hazırdım. Heidelberg Avrupa’nın yayalara ayrılmış en uzun sokağına, İstanbul’da İstiklal Caddesinde kendini bulanların burayı seveceğine eminim, rengarenk Alman evlerinin, kültürünün arasında dolaşmak masalı yaşamak gibi hissettirdi ama aslında bakarsanız, Heidelberg’i benim için önemli kılan ve heyecanlandıran bu değildi. 

Heidelberg Üniversitesi Almanya’nın en eski üniversitesi. 1386 yılında kurulan bu üniversite koskoca Almanya’nın içinde buram buram tarih kokuyor. Hatta Naziler zamanında kaçan Yahudi profesörleri bir kenara bırakalım, buradaki her üniversite gibi bu üniversite bahçesinde de öğrenciler tarafından “Alman Olmayan Ruha Karşı Eylem” düzenlenip kitaplar yakılmış. 16. yüzyılda hümanizmin merkezi haline gelmiş bir üniversiteye göre gerçekten garip ama ilgi çekici yanları vardı.

Tarihi ve ne kadar ilgimi çektiği bir yana, komik bir detay, navigasyonla ilerlerken Universitäts-Bibliothek’i (Heidelberg Üniversitesi Kütüphanesi) fark edemedim, restorasyona alınmıştı. Burada eklemem gereken bir not var ki, eğer Almanya’ya yazın gidiyorsanız gezmek istediğiniz yerlerin restorasyonda olabileceği ihtimali kafanızın bir köşesinde dursun. O perdelerin ardında olanı bilmenin ve o sokakta durmanın heyecanı başka tabii, ama görememenin hayal kırıklığı hâlâ içimde duruyor. Bir sonraki sefere diyorum, ne zaman geleceğini bilmeden. 

Üniversite

Schloss Heidelberg

Rönesans mimarisinin izlerini taşıyan kalenin Fransızlar tarafından bombalanmasını, şimşeklerin kaleyi ikiye yarmasını,  1214 yılından belki de daha önce inşa edilip de kimlerin geldiğini geçtiğini anlatıp tarih dersi vermeden, Heidelberg’e yukarıdan bakmanın ve kalenin bahçesinde tek başıma Goethe’nin son aşkıyla oturduğu banka oturup kendi aşkımı düşünüp, Paris’in romantikliği bir köşede kalsın, onunla buralara gelmenin hayalini kurduğumu da söylemeliyim.

Heidelberg Kalesine iki yoldan çıkabilirsiniz: Birincisi Königstuhl olarak geçen tepeye kadar çıkan teleferik, ikincisi ise zorlanmayı sevenler için merdiven. Ben tadına varmak için dolana dolana merdivenleri çıktım, yeşillikler, sarmaşıklar insanın içini ferahlatıyor doğrusu, kaleye vardığımda kaleye giriş için biletimi alıp hemen kalenin içinde gezinmeye başladım. Kalede eskiden kullanılan kocaman bir eczane müzeye çevirilmiş, kocaman bir içki fıçısının -fıçının sonunu görmek için merdivenle çıkıyorsunuz- sergilendiği bir kısım var. Maalesef ki benim ilgimi çeken kale kütüphanesi kapalıydı, oysa kendimi Umberto Eco romanında hissetmeye hazırdım.

Etrafta kendime ilham olacak şeyler arandım durdum, bulamadım. Son olarak kalenin ilgimi çeken kısmı, şehre açılan penceresi olan terasa çıktım. İşte o an, size bahsettiğim o küçük Merve’nin adımlarını attığı anıyı yakaladım. Sabahın kasvetli, yağmurlu havasını geride bırakan şehrin üstünde şimdi güneş parlıyordu, bulutlar masmavi gökyüzünde süzülüyordu ve ben de tam o ana yakışır hislerle dolmuştum. Rivayete göre, yerdeki kocaman ayak izi bir şövalyenin kaledeki kadınlardan birinin odasından kaçarken yere düşmesiyle olmuş. 

Kalenin içinden çıkıp bahçesinde biraz dolanmaya başladığımda, Goethe’nin son aşkıyla benim yürüdüğüm yollardan yürüdüğünü bilmiyordum. Oturmak ve anın tadını çıkarmak için bakınırken o bankı gördüm, insan tarihteki kimselerin oturduğu, yürüdüğü yerlerden geçerken birden onların ruhunu hissediyor ve aniden onların anılarına tanıklık ediyor gibi oluyor böyle anlarda. Kaleye ne bombalar yağmış ne saldırılar gerçekleşmiş ben yine orada tarihin edebiyatına bürünmüşüm, bir şehir içinde bir sürü insan bir sürü düşünce barındırıyor işte.

Heidelberg kalesi, Rönesans mimarisi

Tren Kaçmadan

Heidelberg’i sorsanız kim ne der bilmiyorum. Üniversite şehri olduğundan mı bahseder yoksa tarihinden mi? Ya da benim gibi, kendisinde bıraktığı huzurdan, rahatlıktan ve edebiyattan mı? Heidelberg’ten ayrılmadan önce, o şehri ilk gördüğünüzde ne uyandırdıysa sizde, ona gitmeden veda etmeyi unutmayın. Ben sabah karanlıkların içinde parıldayan o şehrin kendi içinde barındırdığı neşeye, hayata son bir kez şahit olup trene binmiştim. Renkli binalar, ağaçlar, tekneler, kumsal, tellere vurulmuş kilitler…

Heidelberg, Avrupa'nın en uzun yaya sokağı

Buraya tıklayarak Venedik Anı Yazımızı okuyabilirsiniz.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir